“İstanbul’daki çarpık kentleşmede iktidar, yerel yönetimler, mimarlar ve vatandaşlar dahil herkes suçlu.” Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekan Vekili Prof. Dr. Uğur Tanyeli, 19 Kasım 2017 tarihli Yeni Şafak Pazar Eki’ne verdiği röportajda çarpık kentleşmeden bahsetti. Son zamanlarda en çok tartışılan konulardan biri olan kentleşme ile ilgili bu röportajı önemine binaen alıntılıyorum.
Çarpık kentleşme meselesi son günlerde çok konuşuluyor. Neden bu tartışmalar hız kazandı?
Bu yeni bir tartışma başlığı değil, sadece siyasal iktidarın tartışmaya katılmasıyla yeniymiş gibi gözüktü. Yoksa bu mesele, mimari çevreler tarafından uzun süredir tartışılan bir başlıktı. İstanbul’un aşırı betonlaştığı tartışması 1960’lardan beri yapılıyor. Uzun yıllar, bu konu gündemde tutuldu. Son yıllarda ise İstanbul’da spekülatif basınç arttı. Bu eskisinden çok daha yüksek binaların, gökdelenlerin yapılması anlamına geliyor. İstanbul’u 1960’ların başında tartışsaydık, ortalama dört kat civarında bir kat yüksekliğinden konuşurduk. Ama bugün İstanbul’daki betonlaşmadan bahsedince gökdelenleşmeden konuşuyoruz. Bu yoğun bir eleştiri konusu olmaya başladı.
Peki bu sorunlu kentleşmeyi nasıl ele alabilirsiniz?
Birincisi bunu tek başına sorunlu bir kentleşme olarak ele alamam. İstanbul’un modern kentleşme tarihini dönemlere ayırarak ele almak gerekir. İstanbul 18.yüzyıldan beri nüfusu hızla artan bir kent. O zamanlardan beri İstanbul nüfusu çeşitli eşiklerde yükselir. Eşiklerden biri 18. yüzyılın başından başlayan süreç. İkinci eşiği tanımlayacak olursam 1880 ve 1890 eşiği gibi tanımlayabilirim. Bütün Beyoğlu ve o civarının oluşma süreci, İstabul’daki ilk yüksek apartmanların ortaya çıkma süreci diyebileceğimiz bir süreç. Aynı şekilde tarihi yarımadanın içinde kagirleşme basıncının tırmanışı 1865’ten başlar. Arkasından İstanbul’un değişimi ile bağlantılı olarak nüfus düşüşü ile karakterize olan Birinci Dünya Savaşı’nın bitişi ile tanımlı bir evre başlar. İstanbul’da nüfus küçük bir miktarda düşer. 1945’ten başlayarak Türkiye genelinde ciddi bir nüfus artışı olur. İstanbul’da bu arada yeni bir kentleşme eşiğinden geçer. Söz gelimi tarihi yarımadadaki binaların apartmana dönüşmesi bu dönemde başlar diyebiliriz. O yıllarda kentleşmenin hızlanması diye nitelenen sorun gündeme gelir. 1980’lerin sonundan itibarense Turgut Özal döneminde başlayan yeni bir evreden söz etmek mümkün.
İstanbul 1990’lardan sonra metropol oldu diyebilir miyiz?
İstanbul çok tırmanan bir biçimde dünya kapitalizmine eklemlenen bir yer haline geldi. İstanbul 1929’daki dünya bunalımından 1990 yılına kadar sadece Türkiye’nin metropolü idi. Ama 1990 eşiğinden başlayarak bir dünya kenti olmaya doğru evrildi. Dünya kapitalist sistemi ile bütünleşmeye başladı. Bu bütünleşme şu anlama geldi: İstanbul Türkiye’nin ekonomik değerinin neredeyse yarısından fazlasını tek başına üreten bir kent oldu. Bu da doğal olarak nüfus artışını getirdi ve daha çok konut inşa edildi. Ama İstanbul’u asıl büyüten ticari ve kamusal yapı stoğu oldu. Kamusal deyince hepimize açık olan yapıları kast ediyorum. Kent, dikeyde ve yatayda büyüdü. 1990 eşiğinden sonra, dönümlerce arsalar üzerinde alışveriş merkezleri ve büyük siteler inşa edildi. İstanbul dev bir yatırım alanına dönüştü. Türkiye’de ise neredeyse tek yatırım enstrümanı inşaat sektörü haline geldi.
Bu sorunlu ve çarpık bir süreç değil mi?
Hayır bence çarpık değil. Dünyanın her yerinde böyle bir yaklaşımla tüm enerjinizi inşaat sektörüne yönlendirirseniz ne oluyorsa, aynısı Türkiye’de de oldu. Bu örneğin Çin’de oluyor. Şu an biz çok ciddi biçimde Çin’e benziyoruz. Alıp başını giden bir rant tırmanışı var. Türkiye’de şu anda neye yatırım yaparsanız inşaatta kazandığınızı elde edemezsiniz. Nüfus artışı ve kentleşme devam ettiği sürece önümüzdeki bir iki yıl içerisinde konut fiyatları da düşmez . Dolayısıyla da zarar etmezsiniz. Herkes bunun farkında olduğu için İstanbul’da ihtiyaçtan fazla konut var. Ancak bir zaman sonra konut fiyatlarının sabit fiyatlarla düşeceğini rahatça söyleyebilirim.
Bu ihtiyaçtan fazla konut artışı ve İstanbul’un hızlı büyümesine paralel olarak, bu kentin Türk-İslam kimliğini yansıtan yönü ortaya çıkamıyor diyebilir miyiz?
Dünyada öyle bir yer yok ve bu bir hayal. İstanbul’dan beklentinizi dini kimlik üzerinden tanımlamak doğru bir yaklaşım değil. Dünyada hiç kimsenin aklına İstanbul bunu getirmiyor. İstanbul’un zaten kimliği var. Dünyanın neresine giderseniz gidin, İstanbul’un kimliği bilinir. Sadece İslam ile ya da Türk olmakla bu kenti tanımlayamazsınız. İstanbul Osmanlı’yı, Bizans’ı ve antik dünyayı da akla getirir. İstanbul’a Türk ve İslam kenti demek yanlış olur.
Kentleşme sorununa dönersek bu sorunda mimarların hiç mi payı yok?
Mimar, yapı üretim inşaat faaliyetinin içindeki aktörlerden sadece biri. Mimarın yapabileceği şeylerin sınırları belli. Belediyenin, merkezi yönetimin, yatırım politikalarının rolü çok daha fazla. Mimar sadece bir aktör. Önce şu gerçeği görmek zorundayız. Ortada beğenmediğimiz bir sonuç var ise hepimiz bundan sorumluyuz. Mesela bir arsamız varken orada inşaat yapılacağı zaman kat sayısı artsın diye belediyenin kapısını aşındırıyorsanız siz de bu betonlaşma ve yükselmeden sorumlusunuz demektir. Türkiye’de istisnasız herkes bunu yapıyor. Arsanızda yükselme imkanı 1,4 ise 1,4’ü kadar inşaat yapabilirsiniz. Vatandaş, o katsayı iki yapılsın ister ve her zaman da bunun karşılığını alır. Yerel yönetimler oy alacağı vatandaşın istekleri doğrultusunda hareket eder. Bu herhangi bir dönemde değil, bütün dönemlerde böyle olmuştur. O katsayı artışları da bu yüksek binalara neden oluyor. Yani çarpık kentleşmeden yüksek binalardan şikayet edenler ‘Daha fazla kat verin, daha çok inşaat yapalım’ diyen insanlar aslında. Kim kimi neden dolayı şikayet ediyor? Tabii ki herkes sorumlu ama herkes birine suç atmak istiyor. Mimara, belediyeye, iktidara. Böyle düşünen yanılır. Hepimiz bu sonuçlardan sorumluyuz.
Peki ya kentsel dönüşüm için ne diyeceksiniz?
Dönüşüm adı altında bir mahalleyi ortadan kaldırıp, yeni binalar yapınca tarihi çevreyi korumuş olmuyorsunuz. Burada sadece kentin eski parçasında spekülatif içerikli inşaat yapmış oluyorsunuz. Göktürk semtinde site yapmak ile Sulukule’de kentsel dönüşüm yapmak arasında fark yok. Orada tarlanın üzerine konut yaparken, burada daha önce oturan insanlar vardı. Sulukule’den yoksullar uzaklaştırıldı. Hiç tereddütsüz bu yanlış. ‘Ama onlar yoksuldu’ diyorlar. Evet yoksulların da kentin bir gerçeği olduğunu yok sayamazsınız. Sadece şehrin Avrupa yakasındaki daha uzak semtlere sürüldüler. Dünyanın hiç bir yerinde bu anlamda bir dönüşüm politikasını savunan yok. Diğer ülkelerde bunu kamu otoritesi, dönüşümü denetleyerek yoksulların zarar görmemesi için uğraşır.
Peki bu kentleşme sorunu nasıl çözülecek?
Ben tarihçiyim ve beni uzun süreçler ilgilendirir. Şikayet edenlere kötü haberi vereyim en heyecanlı dönemi geçtik. Türkiye, 1950’den sonra hızlı bir kentleşme sürecinden geçti. Ancak dünyada daha hızlı kentleşen sayısız yer var. Bir kere çok hızlı değişiyoruz endişesinden kurtulalım. Bundan sonra aynı hızla kentler büyüyecek diye bekliyorsanız yanılırsınız. Artık kentler aynı hızla büyüyemez. Kırsal kesim çoktan boşaldı. Bazı yörelerde köylerde insan yok. Bundan sonraki kuşakta, köyden gelecek insan kalmadı. En fazla bölgelerdeki kentler arasında nüfus transferi olabilir. Türkiye 1950 yılında bütün Doğu Avupa ve Ortadoğu’da kentsel nüfus oranı en düşük olan ülke idi. Bunu herkes çoktan unuttu. Örneğin, Bulgaristan’ın ya da Suriye’nin kentli nüfusu 1950’deki Türkiye’den daha fazlaydı. Ama şimdi Türkiye yüzde 80’i kentte yaşayan gerçek bir kentli toplum oldu. Yakın gelecekte son sürat giden bir kentleşme olmayacak ve yavaşlayacak. Spekülatif basınç da zaman içinde düşecek.
Estetik olarak çirkinleşme nasıl duracak?
Sandığımız kadar çirkin bir kentte yaşamıyoruz. Karşılaştırmayı Roma ile yaparsanız olmaz. Roma bütün nüfüsu iki milyon civarında olan, neredeyse inşaat alanı yıllardır sabit olan bir şehir. İstanbul’u Roma, Berlin ve Paris gibi kentlerle karşılaştırmayalım. Bunlar nüfusları az olan ve asıl hızlı değişim süreçlerini en az bir yüzyıl önce yaşamış yerler. Eğer bir karşılaştırma yapacaksanız Bombay, Şangay,Kahire hatta Tokyo ile karşılaştırın. Açıkçası İstanbul, Doğu Asya metropollerine daha çok benziyor. “Birgün gelecek burası Paris gibi olacak, bütün binalar aynı boyda olacak.” Böyle bir gerçek yok. Paris çok farklı koşullarda ve 19. yüzyılda bu hali almış. Öte yandan çocukluğunuzdaki kenti ararsanız elbette bulamazsınız. Ben çocukluğumu nüfusu bir milyonu bulmayan bir İstanbul’da geçirdim. Ümitsizliğe kapılmayalım, İstanbul doğal bir süreç yaşıyor. Çok hoyrat, rant elde etmeye fazla hevesli ve paragöz bir kent olabilir ama dünya genelinde sadece Türkiye’de görülen bir istisna oluşturmuyor.
Kaynak: http://www.yenisafak.com/hayat/carpikkentlesmeden-hepimizsorumluyuz-2830945